25 Temmuz 2020 Cumartesi

BILINGUAL KEDİ

                     Dostlar, merhaba...
                    Almanya’daki yaşamımızla ilgili daha önce bir yayın paylaşmıştım. Devamı gelecek demiştim ancak günlük koşuşturma içinde blogumu biraz ihmal ettim. Gerçi bloglara olan ilginin ciddi şekilde düştüğünün de farkındayım. Yine de bloglarını ihmal etmeden ilk günkü gibi yayın yapmaya devam eden bloger arkadaşlarımı taktir ediyorum. Helal olsun size, ilk aklıma gelen de Handan oluyor, namı diğer “ Bir “. Maşallah sana güzel, güçlü, aydın kadın 🧿
                    Gelelim konumuza. Aslında bugün bu yayını hazırlamama sebep olan dürtü birkaç gün içinde yaşanan kadın ölümleri oldu 😞😭😤😡😩😤🤬. Dün de “Katarsis Extra” isimli YouTube programında Mutlu Kaya’nın adalet çığlıklarını izleyince dayanamadım, yazmak istedim.
                    Yıllar yıllar önce, rahmetli Duygu Asena , “ Kadının Adı Yok “ dediğinden beri değişen hiçbir şey olmadığı gibi, “çağ atlayan “ Türkiyem’de durum gittikçe kötüye gidiyor. Adını hatırlamadığım bir bayan siyasetçi demiş ki; “ bizden önce kadının adı yoktu, biz geldik, kadınlar görünür oldu”. Tam böyle dememiş olabilir ama söylediğinden anlaşılan buydu. Evet, hanımefendi haklı, kadınlar görünür oldu, daha iyi seçiliyorlar ışıkta ve daha kolay öldürülüyorlar 😬. İslam Dini’nin kabul edilişinden önce Arabistan’ da kızlar diri diri gömülürdü, kadınlar taşlanarak öldürülürdü diye anlatılır bize yıllardır. İslam Dini’ni kabul etmiş ve hatta günümüzde bir ölçüde bu dinin kurallarına göre yönetilen ülkemizde, İslam’ın kabulünden yüzyıllar sonra, kadınlar diri diri dövülerek, defalarca bıçaklanarak, vurularak, yakılarak,boğularak öldürülüyorlar. En acısı da; katiller sırf erkek oldukları için neredeyse hiç denilecek ölçüde cezalarla bu işten sıyrılıyorlar. Bu minvalde ben de soruyorum; bu durumu hangi İslam Hukuku kuralına, hangi “ İleri Demokrasi “ kuralına göre açıklıyor ve işletiyorsunuz?
                         Kadına reva görülen, uygulanan dayatmaların ve şiddetin gölgesi altında konumuza dönelim. Almanya’da kadın olarak yaşamak, Türkiye’de erkek olarak yaşamak gibi dersem, derdimi tam olarak anlatmış olurum. Burada sokağa çıktığımda kendimi sadece insan olarak hissediyorum. Kendimi korumak, sakınmak, dikkatli olmak vs gibi bir hissiyat yaşamıyorum ya da kızım bir yere giderken ekstra telaşlanmıyorum, oğlumu merak ettiğim kadar merak ediyorum onu da. Tabii ki burda da tehlikeli ve suçla ilişkili yerler var ancak, bu bölgeler zaten herkesçe bilinen ve polisin sıkça denetlediği bölgeler. Oralardan uzak durulması kişisel emniyet açısından yeterli. Oysa ki ben İstanbul’ da kendi evimin hemen yakınındaki bakkala bile gidemezdim akşam hava karardığında. Burada yaşamanın en en en güzel tarafı bu işte dostlar, kadın bedeninde insan olarak yaşayabilmek.
                           Daha önce de bahsetmiştim, kedimiz burada serbestçe dışarı çıkıyor. İstediği zaman geri geliyor. Diğer tüm kediler de aynı şekilde yaşıyorlar. Hatta hiçbir kedi tasma takmıyor. Hepsi özgürler ve istedikleri yere girip çıkıyorlar. Tabii gezerlerken komşu bahçeleri falan da ziyaret ediyorlar. Hal bu olunca, bizim Çapi de her yeri ziyaret ettiği ve de aşırı meraklı olduğundan Almanca’yı öğrenmek durumunda kaldı 😂. Kendisi şu an günlük basit Almanca’yı anlar, kedice cevap verir durumda. Anlayacağınız kedimiz artık bilingual😂😁. Hayvan dostlarımız açısından bakıldığında da burada yaşamak çok cazip. Mamalar inanılmaz ucuz. Veteriner masrafları Türkiye ‘ ye göre oldukça makul.
                            Elbette burada yaşamanın zor ve kötü yanları da var ancak iyi yanları o kadar çok ki, olumsuzlukları kolayca göz ardı edebiliyorsunuz. Göz ardı edemediğim ancak katlandığım iki durum var; birincisi dil konusu. İnsan kendi ana diliyle iletişim kurmayı çok fazla özlüyor. Tamamen hakim olduğun ve çok iyi kullanabildiğin bir dille iletişim kuramamak, onun yerine çok düz ve basmakalıp cümlelerle konuşmak insanı hem üzüyor, hem de hayal kırıklığına yol açıyor. Ne yazık ki, ana dilinden başka bir dili istediğin gibi konuşabilmek için o dilin konuşulduğu ülkede doğup büyümüş olmak, en azından on beş, yirmi yıl o ülkenin insanlarıyla iç içe yaşamış olmak gerekiyor. Benim durumumda; önceleri kurs bulamamak, peşinden de Corona krizi nedeniyle insanlarla iletişimimizin tamamen kesilmesi sonucunda Almanca’m  bir noktada takılı kaldı. Bu aşırı can sıkıcı durum nedeniyle kendimi çok kötü hissediyorum. İkinci bir yabancı dil bilmek bir ölçüde yardımcı oluyor ancak İngilizce için de geçerli üstte yazdıklarım.  Yani bu dili de mekanik bir şekilde konuşuyorum, kaldı ki karşımdaki kişide de aynı durum söz konusu. Sözün özü , kendi dilini konuşmamak insanda ciddi bir sıla hasreti doğuruyor.
                              İkinci durumsa yiyecekler. Ülkemin güzel topraklarında yetişen sebzeleri ve meyveleri bol bol, taze taze, doya doya yemeyi özledim. Burada neredeyse hiç meyve yetişmiyor, daha doğrusu bence yetiştirmiyorlar. Hollanda, İspanya gibi ülkelerden meyve sebze ihraç ediyor Almanya. Haliyle çok pahalı ve taze değiller. Ha, taze balık da en özlediklerimden bu arada. Sonra, mutfağımıza ait dışarda yediğimiz yemekleri de özledim mesela. Simit, kebap, hele de lahmacun. Hepsi var burada ama sanki Çin malı Türk yemekleri gibiler. Ne döner döner gibi, ne de lahmacun lahmacun gibi, ne de diğer yemeklerimiz ve tatlılarımız Türkiye’deki gibi. Bu nedenle bu saydıklarımın hepsini evde yapmayı öğrendim, az biraz damak tadımıza yakın oluyorlar böylece.
                               Hizmet sektörü de ciddi sınıfta kalır burada. Her şey için günlerce beklemeye ve en alt seviyede tatmin olmaya alışmanız lazım. En basitinden bir internet bağlanması yirmi gün ila iki ay arasında sürüyor. Herhangi bir eşya, makine vs almanız durumunda nakliyesi ve kurulumu size ait. Ne bileyim, aklınıza estiği anda gidip bir ürünü alamazsınız örneğin, önce sipariş verilmesi gerekir, en erken on beş güne o mağazaya gelir o ürün. Gerçi bu saydığım şeyler insan gücünün pahalı olmasından yani insana değer verilmesinden kaynaklanıyor. Siz mutlu olacaksınız diye bir başka insan daha çok çalışmak zorunda bırakılmıyor. Bunu bildiğiniz için de hizmetin yavaşlığı sizi germiyor.
                                Bir başka konu başlığı ise sağlık. Burada hekimler kanunen bakmaları gereken sayıda hasta baktıkları için aylarca sıra beklemeniz gerekiyor. Doktorların fazla hasta bakmaları hükümet tarafından yasaklandığı ve sıkı kontrol edildiğinden dolayı özel çalışan hekimler bile belirli sayının üstüne çıkamıyorlar. Hoş zaten çıkmak da istemezler. Çünkü hem hasta, hem de hekim açısından en sağlıklı yol bu. Acil haller dışında randevu alıp aylarca bekliyorsunuz. Sadece Aile Hekimleri’ne ulaşmanız çok kolay. Ancak orada da kafanıza göre tahlil, ilaç vs isteminde  bulunamazsınız. Yine bu durum da hastanın doğru tıbbi yardım almasında çok önemli bir faktör aslında. Yeri gelmişken sözünü edeyim, Almanya’da herhangi bir tıbbi personele bırakın vurmayı, yüksek sesle konuşmayı bile aklından geçiremez kimse. Bu arada, acil servise acil olmayan bir nedenle giderseniz hem saatlerce beklersiniz, hem de ciddi bir fatura ödersiniz. Zaten acile gitmeden önce de nöbetçi aile hekimine muayene olmalısınız, bu aşamayı atlayıp direkt acile gittiyseniz gerçekten ciddi bir acil durumunuzun olması gerekir.

  •                                 Bu günlük burada keselim, yazı yeterince uzun oldu bile. Neticede dostlar, vatan hasreti hiç eksik olmuyor ancak yaşadığımız olumsuzlukları düşününce şu an bulunduğum yerde daha mutlu ve özgür bir insan olduğumu hissediyorum. O yüzden hala pişman değilim, gene olsa gene yapardım diyorum. İlerisini şu anda bilmiyorum 🤗. Hadi kalın sağlıkla.